Pazartesi...
Acımtrak bir rüzgar genzimi yakıyor, sabahın koynunda gebe bir metropol... Ha çıktı çıkacak canım. Arabesk vari bir duruşum var. Aslında iç dünyamda kendi standupımı kendim yaparım. Dışarıdan görenler suskun ve içe kapanık sanır. Sabık bir yapım var, belki ondandır.
Ceketimi giydim, sevmediğim şeyler. Takım elbise, ofis, evrak kayıt kürek. Bu arada ben bir yazıcı firmasında çalışıyorum. Depo bölümünde kayıt tutuyorum. Bozulan yazıcı olursa arıza kaydı açıyorum.
Merdivenlerden inerken evime veda ediyoruz. ayrı bir benlik ile çıkıyorum sokağa. Adeta gecenin ağır hesabı üzerine kalmışcasına sessiz. Olabildiğine köhnelik. Perdesiz evime bakış atıp caddenin ortasındaki durağa doğru yürüdüm. Aslında en sevdiğim şeylerden birisi bu otobüs muhabbeti. Başlayayım mı? Mesela durak güneşi çok güzel gören bir açı ile yerleştirilmiş, belediye çalışanlarına rahmet okutacak bu konumladırma acaba durağın üstündeki şapka ne işe yarar sorusunu aklımıza getirtiyor. Bi de şu durağa gelince yeni gelen birine atılan o bakışlar. Aman Allah'ım kendimi acayip kasıyorum. O üç ila beş saniye arası benim için adeta damarlarımdaki kanın çekilme süresi gibi. Oturan Nebahat Hala. Torununa bakmaya gidiyor. Kızı nüfus müdürlüğünde, damadı orman da müdür. Kız dört yaşında. Adı Sare. Allah razı olsun bir ayda sülalesinin soy ağacını; sabahları duraktaki o beklrme süresinde bizlere öğretti. Şu yakışıklı mavi takım elbiseli jön kardeşimiz mimar. Konuşmuyor pek. Efendi bir kişilik. Bazen yapılan telefon görüşlerine şahit oluyoruz. Feyza Hanım. Nebahatın kankası. Kankası dediğime bakmayın durakta tanıştılar. Özel bir kreşte müdür yardımcı gibi bir şeymiş. Evet, durağın ayaklı parfüm şişesi öğretmen hanım. Hiçte sevmem şu tabiri. Öğretmen hanım! Kendisini de sevmem. İtici geliyor. Güneş gözlüğü takışı, Giyinişi hal ve hareketleri. Egobank.... Ve tabiki serengetinin vazgeçilmez öküzbaşlı antilopları liseliler. Geldiler yeri talan eden, saç baş yolduran hareketleri, ayarı kaçık üslupsuz, seviyesiz diyalogları ile beni gerçekten iğrendiriyorlar. Nitekim o otobüs gelir ve biz bineriz. İki durak sürecek olan sıkışma istif faslı sonrası şöför abimizin ağzını yaya yaya "arkaya doğru ilerleyelim" cümlesine arkadan da bir abimiz ya da ablamızın "yer mi var? Üst üste gidiyoruz " cümlesi ile klişe bir otobüs tartışması...rnrnİki durak sonra rahatlıyor otobüs. Arkadaki köşe yerime geçerim. Pencereyi yarım ya da tam açarım ki parfüm ile ter karışımı o koku çıksın. Sonra dışarıyı seyrederim. Bazen kulaklık takıp yandaki beleşçi ihtiyar dayıların sen bu gün hangi hataları gezeceksin muhabbetine dahil olmayayım. Başımı geri atıp tavana bakarken nota ruhuma vurur. Koltuğa da başımı vura vura giderken o yolların bozukluğu beni bir kez daha belediye çalışmaları ile karşı karşıya bırakır.
İş yerim merkezi bir yerde sayılır. Biraz kalabalık bir cadde. Caddenin sonunda benim iş yerim. İşimi sevmiyorum ama ekmek işte. Şu insanlar nereye koşuşturuyor, ne telaşında bilmiyorum. Belki beş saniye sonra yere yığılıp kalacağız. Bu keşmekeş nedir diye haykırasım geliyor büyük kapital firmaların büyük tabelaları altında. . Sesimi ancak kendim duyarım. Çünkü insanlar sağır. Sanki biz robotlar ev ve araba almaya endeksli bir yaşama programlıyız. Belki sırf bu yüzden, sırf sisteme tepki olsun diye perde bile almıyorum pencereme. Acımasız markaların dişlileri çeviriyor bizi. Kalıp önemli değil. Nasıl olsa onların istediği biçimi alacağız Biliyorum bunları çok duydunuz. Belki yapmacık bile geliyor bu feryat. Çünkü ne kadar isyan edersek edelim bu sistemin bir parçasıyız. Dağa da çıksak öyle... Ceketimi savuran rüzgar keşke bu fikirlerimi de savursa. Matrix'teki Apoc'a hak veriyorum aslında. Belki de mücadele etmek yerine sisteme teslim olmak, uyumak en iyisi. Sonradan derin pişmanlık duymak beni üzecek olsa da kör sağır ve dilsiz bir ruhum olmalı. Ancak bu saçma düzen ya da sevmediğim gölgeler dünyasında bu şekilde hayatta kalacağım. Çünkü Tek başımayım.
devam edecek.....