Salavatsız Yürünmez Bu Yollarda 3
Selâ bitince, çekim işleri ile uğraşan set ekibine iyice odaklandım. Havuzun yanında, arkalarını Eyüpsultan Camii’ne dönmüş, oyuncu bir kadın ve erkek… Kadının üstünde pembe bir elbise var. Başında da bir eşarp. Saçlarının bir kısmının görünmesi için eşarp gelişigüzel bağlanmış. Kadının sosyetik birini oynadığı her halinden belli. Adam ise biraz daha mütevazı; Siyah pantolon, beyaz gömlek ve gömleğin üstünde bir süveter… Hemen önlerindeki kameranın arkasında bir yönetmen, kameramana "hazır mısın ?" şeklinde bir soru soruyor. Kameraman, eliyle hazır olduğunu işaret ediyor. Kayıt:
- Münevver Allah aşkına inat etme. Çocuk okulda oyundan, eğlenceden eğitim göremiyor ki. Verelim şu camii kursuna da en azından bir süre burada hocalar nasıl olurmuş, ders nasıl görülürmüş öğrensin.
- Mithat rica ediyorum bu konuyu kapatalım artık. Ben çocuğumu buraya vermem. Hem ne o öyle erkek erkeğe dersler. Benim oğlum biraz sosyal olsun. Kadın-erkek ayırmadan herkesle iletişim kurabilsin.
- Kestik. Münevver’den bir daha alıyoruz!
Oyuncular iyice sıkılmış bir haldeydi. Kim bilir bu sahneyi kaç defa oynadılar, oynayacaklar. Ben camiye doğru yürümeye başladım. Sahne ilgimi çekmişti. Çünkü Ali Ulvi Kurucu’nun hatıratında dedesinin kendisi için söylediği bir sözü hatırladım;
“Dedem birgün mektebin önünden geçerken durup bahçedeki çocuklara bakmış: Kız-oğlan karışık, beşinci sınıfın büyük talebeleri, kadın-erkek muallimlerle voleybol oynuyorlar…
Eve gelince nineme ‘yahu, demiş, Ali’ye ilim öğretecek kimseler kadın erkek, kız oğlan top oynuyorlar. Eski mektep de mi böyleydi?’ diye sormuş ve kendisine gelmemi tembih etmişti.
Dedem ağlayarak nineme şöyle demiş: ‘Muhsine, bu çocuk pınarın başında susuzluktan ölecek. Yahu Muhsine, Kur’ansız bir okul zulmettir, karanlıktır; bu karanlık mektep çocuğa ne verecek?’”
Ali Ulvi Kurucu’nun dedesinin bu tavrı beni çok etkilemişti fakat üzerinde hiç düşünmemiştim. Gözümün önünde oynanan sahnedeki “sosyetik kadına” Hacı Veyis Efendi yıllar önce cevabını vermiş. Bir okulun sinesinde Kur’an yoksa o mektep bize nasıl faydalı olabilir. Bize nasıl bir sosyallik sağlayabilir ki?
Camii avlusuna girdim. Fakat aklımda hala Hacı Veyis Efendi’nin “Bu çocuk pınarın başında susuzluktan ölecek” sözü vardı. Veyis Efendi bu sözü ile okuldaki ilimden faydalanmanın zorluğundan mı bahsetmişti yoksa karma eğitimi kastederek bir yakınmada mı bulunmuştu?
Aklımda bunlar varken avluya girdiğimde sol tarafımda kalan küçük, altın rengine boyanmış demir parmaklıklı penceresi olan türbeye doğru yaklaştım. Burası camiye de ismini veren, Rasûlullah’ı evinde misafir eden, 80 yaşında cihat için geldiği İstanbul’da şehit olan Hâlid Bin Zeyd’İn, yani EbûEyyûb El-Ensarî’nin türbesi. Namaz vakti geldiği için bir fatiha okuyup camiye giriyorum.
Namazdan çıktım. Geniş meydandan geçip Eyüp çarşısının içine doğru giriyorum. insanlar akın akın meydana doğru geliyor. Kalabalığın tersine doğru ilerlerken sol tarafta bulunan Bali Baba Camii gözüme takılıyor. Küçük bir yapıda olan cami 1550’de yaptırılmış. Caminin hikayesi biraz hüzünlü. Burası, 1. Dünya Savaş’ında depo olarak kullanılmış. Akabinde 1918’de ibadete açılmış fakat perişan halde olduğu için kullanılamamış.1960’a kadar dört duvar olarak kalmış. 1960’yılında ise cami bugünkü halini almış. Bali Baba ile ilgili ayrıntılı bilgi bulunmamakla birlikte caminin içinde Bali Baba’ya ait olduğu söylenen kitabesiz bir türbe bulunuyor. Yıllarca ibadete açık olmayan camii bugün de çevredeki dükkanların gölgesinde kalmış. Bir fatiha.
Bali Baba camisini arkamda bırakıp yürümeye devam ediyorum. Sağ tarafımda seyyar bir ayakkabıcı var. Yaşlı bir amca. Ne zaman buradan geçsem o burada. Hep aynı yerde. Yağmur, kar, soğuk, onun için önemli değil. Ekmek parası… geçerken bir selam vereyim diyorum. Yok. Cesaret edemiyorum. Kendimin duyacağı bir ses tonu ile “hayırlı işler” diyerek önünden geçip gidiyorum. Az ileride, solda, minaresi-kubbesi olmayan sadece bir penceresi bulunan Şeyh Abdülkadir Efendi Camii var. Bakmayın siz, ismi cami olarak kalmış. Kapısı bile yok. Ya da ben göremedim. Bunca zaman her önünden geçişimde düşünüyorum. Burası sadece türbe dahi olsa hiç girip temizleyen olmuyor mu? Kapısı nerede buranın?
Caminin önüne geldim. Duvarın tam ortasında kare şeklinde bir pencere var. Pencerede parmaklıklar var. İçerisi karanlık ama bir sanduka olduğunu görebiliyorum. Şeyh Abdülkadir Efendi’ye ait. Kendisi, I. Ahmed’e imamlık yapmış. Ayrıca ilk Reîsü'l-kurrâ’lık vazifesini yerine getiren kişi olarak biliniyor. M. 1603 yılında bu mescidi yaptırıyor, üç yıl sonra da buranın kalıcı misafiri haline geliyor.
Hakikaten nerede buranın kapısı? Bir fâtiha.
Caminin önünden ayrılıp giderken tekrar arkama bakıyorum. Belki yanında bir kapı falan vardır diye. Ama Yok. Ben göremedim.
…………Yazı serisinin daha önceki kısımlarını okumak için tıklayınız http://www.millihaberdenizli.com/salavatsiz-yurunmez-bu-yollarda-2/2393/