Saadet Partisi’nin önde gelen isimlerinden Necmettin Çalışkan, Milli Gazete’deki köşesinde Cihangir İslam’ın Saadet Partisi’nden istifasını yorumladı. Çalışkan, Saadet Partisi’nden DEVA Partisi’ne geçen Ahmet Faruk Ünsal’ı da eleştirdi.
Saadet Partisi’nin önde gelen isimlerinden Necmettin Çalışkan, Milli Gazete’deki köşesinde Cihangir İslam’ın Saadet Partisi’nden istifasını yorumladı. Çalışkan, Saadet Partisi’nden Ali Babacan'ın DEVA Partisi’ne geçen Ahmet Faruk Ünsal’ı da eleştirdi.
Çalışkan’ın yazısı şöyle:
Gidenlere teşekkür(!) furyası
Anadolu kültürümüzün ayrılmaz parçaları arasında yer alan insanlarla iyi ilişkiler kurmak, müspet ilişkiler geliştirmek güzeldir. Nezaketli davranış önemlidir.
Herhangi bir işten veya birliktelikten sonra tarafların birbirine teşekkürü de bu noktada medeni bir davranıştır. Ancak bu noktada çizgiyi aşmamak gerekir. Hayatımızda da toplumsal ilişkilerimizde de denge üzerine kurulu bir mesafe olmalıdır.
Geçtiğimiz günlerde gündemde olan birinin bulunduğu yerden ayrılması üzerine doğal olarak kurumun en üst düzey temsilcisi, nezaket kuralları çerçevesinde bugüne kadarki hizmetleri için teşekkür etti bu normaldi ve insanı ilişkiler bakımından makuldü.
Bu durum, görüldüğü kadarıyla bazı kesimler/taban tarafından abartıldı. Sayın milletvekilinin yaptığı davranışın teşekkürü hak edecek bir tarafı yok. Kendi ifadesiyle de sabit olduğu üzere, farklı fikirlere açık ve eleştiri kültürüne sahip olduğunu bildiğimden ve dostluğuna güvenerek eleştiri hakkımı kullanmak istiyorum. Ne yapmak istedi de yapamadı, kim suratını astı, hangi kapı yüzüne kapandı diye sorarlar. Evet, biz kendisini sevmiştik, baş tacı etmiştik, bağrımıza basmıştık. En azından dönem sonuna kadar sabredip gitmemeliydi.
Evet, gidene üzülmek davasını düşünen biri için en tabi durumdur, açıkçası hepimiz üzüldük. Ancak şu da var ki giderayak yapılan “vesayet” ithamı ağır oldu. Belki kendi içerisinde bir takım doğrulara sahip olabilir.
İthamı yapan kişinin unuttuğu şey; bizzat kendisinin bu sistem içerisinde kabul edildiği gerçeğidir. Keşke o zaman da vesayete karşı çıkılıp yiğitlik gösterilebilseydi de vesayete karşı olunduğu(!) açıklanabilseydi.
Nasrettin Hoca’nın dediği gibi “hırsızın hiç mi suçu yok?” Teşbihte hata olmaz. Bitkisel hayatta yaşayan sivil ölüyü hayata döndürüyorsunuz ayıkınca da ilk işi kendini hayata döndüren doktoru eleştirmek oluyor. Eleştirmek çekip gitmek en kolayı. Mücadele edip düzeltmeye ve tavsiyelerde bulunmaya devam etmek gerekirdi.
Bir başka örnek de, yeni parti kuruluyor, adam balıklama atlıyor. Üç yılda üç parti değiştirerek omurgalı olunmaz. Geride kalanlar da sanki alkışlanacak bir tavır sergilemişler gibi gidene teşekkür ediyor, bir madalya takmadıkları kaldı.
Gidenler, gidilen yeri daha doğru gördüklerinden mi yoksa ikbal gördüklerinden mi gidiyor?
Yaşadığımız birçok sorunun ana müsebbiplerinden oluşan adamlar ne umudu vaat eder ki? Bu da başka bir konu.
Alt düzeydeki yöneticilerin, gidenlere karşı aleyhte konuşması gerekmez ama lehte konuşmasını gerektirecek bir durum da söz konusu değildir. Yetkili üst merciler dışında yapılan açıklamaların olumsuz yansımaları olabilir.
***
Bir de kamu yöneticilerine teşekkür furyasıdır(!) gidiyor. Mesela herkes virüs nedeniyle Sağlık Bakanı’na teşekkür ediyor. Niye? Türkiye’nin tüm çevresinde koronavirüs varken Türkiye’de yok diye. Olmadığından mı? İlan edilmediğinden mi?
Takip edenler bilir. Geçen günlerde yayınlanan; dünyada basın özgürlüğünün ve koronavirüsün olmadığı ilk 5 ülkenin isimleri örtüşüyordu.
İlgili makam sahipleri tarafından keskin ifadelerle bir vakaya rastlanmadığı ifade edilirken bir gün sonra ani bir kararla koronavirüs vakası yaşandığı ve ciddi risklerin olduğu belirtildi. Virüs haberinin de siyasete yeni atılan parti kuruluş ilanıyla aynı güne rastlaması ne kadar tesadüf bilmiyoruz.
Özetle gidenlere üzülmek ve nezaketi elden bırakmamak ayrı bir şeydir. Ama teşekkürü de ayağa düşürmeyelim derim.