Uyandım....
Düşünce kümeleri etrafımı kuşatmıştı. Dün gece neydi öyle? Hayatımın ilginç bir vesikası. Yadırgamadım. Aksine hemen kanıksamıştım. Düşünce dünyamı da yokluyorum, benim deli olduğumu önce kendim inkar etmeliyim ki size de şizofren olmadığımı ispat edebileyim. Bunların çokta önemli yoktu. Birazdan işe gidecektim ve yine sıradan hayatıma devam edecektim. Tabi bir de akşam Melda ile buluşmak. Yanlış anlamayın onunla ilgili herhangi bir duygusal ya da cinsel arzu içinde değilim. Ama otoriter bir kadının nasıl bir hüküm edişi; sanırım Kösem Sultan'ı daha iyi anlıyorum, varsa beni o çekiyordu.
Üzerimi giyindim. Apartmandan çıkmak sorun değildi. Ama çıktıktan sonra yüzüme vuran soğuk rüzgar ile kasımın artık bizi esir alışı hissedilir oluyordu. Aşağıdan yukarıya gelen o debdebe beni hep ürkütüyor ve galiba ruhumu bunaltan o iş ya da çalışmak hiç ama hiç beni cezbetmiyordu. Linda yukarı doğru çıkıyordu. Ağlamıştı yine. Gözlerinden belliydi. Durdurup neyin var demek yerine karşılıklı iki kuru günaydın demek kolayıma geliyordu. Çünkü insanların sorunları beni hiç alakadar etmiyordu. İçine de girmek istemem. Son kata inmeden ki hala katları karıştırıyorum, apartmanlarda çokta alışık olmadığımız bir durum beni yine bu tarihi ana tanıklık ettiriyor. Boksör bozuntusu Murat. Kapısının önüne un çuvalı gibi bırakılmış. Diğer kelimeyi kullanmayı uygun bulmadım. Her yeri şiş içinde öylece baygın halde uzanmıştı. Kesin yine kaçak bir müsabakada dayak yiyip gelmişti. Bu senaryo bana Snatch/Kapışma filmini hatırlatır. Hani şu çingene kampında fütursuzca dayak yiyen yakışıklı var ya. İşte o dayak yemiş, başında çingeneler kavga ederken Stranger'ın Golden Brown'u yükseliyor. Bu çakma boksörümüze Golden Brown dinleterek işe gitmeyi hep istemişimdir.
Otobüs durağı;
Nebahat Hala eksik. Sanırım bu gün gelmeyecek derken kankası Feyza Hanım tarafından; yine ayaklı parfüm şişesine söylerken duyduk. Ölmüş. Allah rahmet eylesin. Kalp krizi... Malesef kadro artık bir eksik devam edecek. Otobüse binerken aklıma bir gün bizim de oraya gideceğimiz gelse de bu düşünce etrafımı saran liboş argümanlar tarafından yok ediliyor. Bana kalırsa böyle ölmek; sanırım bir Afrikalının acınası ölümünden daha çok üzünülmesi gereken bir durum.
Bu gün ilginç bir hava vardı iş yerinde. Portif... Evet portifler çalışmıyordu. Sanırım batıyorduk. Sonradan öğrendim ki eskisi kadar sipariş almıyorduk. Peki bu benim umrumda mı?
Yine bilindik klavye sesi... Bir ara şefin telefonuna mesaj geldi. O an başımdan aşağı kaynar sular dökülme olayını iliklerime kadar hissettim. Müfit sebebi bilinmez, mesajı sesli okudu. "Akşamki seminerimiz saat 20.30 'a alınmıştır. " Ertuğrul, Seda, Müfit üçgeninde dönen bu mesaj muhabbetine katılmazsam olay çığırından çıkacaktı. Ya da ben öyle sanıyordum.
-Samırım yanlış atıldı.
Müfit telefonu cebine koydu. Ben de kısa süreli bir rahatlama oluştu. Zaten şef eski kafalı biriydi. Çok takacağını sanmıyorum.
18.00 ...
Mesai bitimi. Eve gitsem tekrar gelmem sorun olacaktı. En iyisi merkezde bir yerde yemek yemekti. Telefonuma gelen bir mesajla irkildim.
Melda :Yemek yiyelim.
Ya bu kadın insan değildi ya da ben başta dediğim olaya doğru evriliyordum.
-Nerdesin?
-Ofisime gel
-Ofisin nerede?
-Müzenin karşısında.
-Çok uzak. Vakit kaybı
-Vaktim çok.
Telefonu cebime koyup bir otobüs durağı aradım. Çok umrumda mıydı Melda? Hayır, ama olayın nereye gideceği beni meraklandırıyordu.