Salavatsız Yürünmez Bu yollarda 4(son)
Çarşının sonunda bodur minaresi ve kubbesi ile Kasım Çavuş Camii görünüyor. biraz yürümenin ardından caminin yanına kadar geliyorum. Caminin hemen çarşıya bakan tarafında bir çeşme... İçinde bir kız kur’ân kursu, birkaç mezar… Bu camii bize bütün İstanbul’u gösteriyor aslında. Nereden mi çıkarıyorum bunu? Bakın Mustafa Kutlu, “Türk İstanbul”u bize nasıl tarif ediyor;
“Türk İstanbul nedir? Bodur minaresi ile bir mescit, yanında bir ihtiyar çınar, onun gölgesinde bir çeşme, iki dükkân, bir sıbyan mektebi ve mektebin alnında bir kuş evi.”
Bu yazıyı okuduğum zamandan bugüne, bu caminin önünden ne zaman geçsem aklıma -içinde yaşadığımı çoğu zaman unuttuğum- İstanbul gelir.
Kasım Çavuş Camii’ne ismini veren Kasım Çavuş, İstanbul’un fethinde gelenlerden. Fatih Sultan Mehmed’in çavuşu. Kendisi de burada medfun. Cami yapılış tarihi ile ilgili kesin tarih yok fakat H.1239 yılında meydana gelen selden dolayı tamamen harap olan mescit yeniden yaptırılmış. Daha sonra H.1280’de bir tamir daha geçirmiş. Fakat ne yazık ki günümüze ulaşan camide minaresi dışında orijinal parça kalmamış. M.1950 yılında yapılan tadilatta bütün parçalar yenilenmiş.
Bu küçümen caminin yanından ayrılmadan; bir fâtiha.
Kasım Çavuş Camisini solumda bırakıp hafif eğimli yoldan yukarı doğru çıkmaya devam ediyorum. Az ileride bekleyen birkaç araba var. Bu arabalar hep burada. Bazen birisi çıkar diğeri gelir. Sürekli yer değiştirirler. İlk zamanlar merak ederdim. Sonradan anladım. Kaba tabirle bunlar, ‘kaçak taksiler’ çarşıdan çıkan mahalleli biniyor bu arabalara. Araba ne zaman dolarsa sefer de o zaman. Arabasını dolduran çıkıyor sefere. “Hayırlı işler abi” diyerek geçiyorum yanlarından. (Yok yok demedim. Çekingeniz işte. Normal adama selam veremiyoruz. Kaçak taksiciye nasıl selam verelim. Onların da yanından geçip gittim öylece.)
Taksicileri(!) geçtikten sonra ana yola çıkıyorum. Eve varmak üzereyim. Yolun sol tarafında bir imam-hatip lisesi var. Lisenin tam giriş kapısının önünde, demir parmaklıklarla çevrili bir alan… Merak ettim. Hiç etmemiştim. Bugün merak edip bakmak istedim. Yolun karşısına geçip okulun girişine yaklaştım. Yol hizasının iki metre kadar aşağısında kalmış bir hazire var. İçinde birkaç yeşil mezar taşından başka bir şey yok. Demir parmaklıklara bir levha asılmış. Okumak için bir adım geriye çıkıyorum. ‘Bostan Dede Türbesi’ yazıyor. Bostan Dede denen zatın M.1680 yılında Konya’da Mevlana postuna oturduğu biliniyor. Başka da bir bilgi yok. Burada medfun olduğu bile kesin değilmiş. Bir fâtiha daha.
Türbenin önünden ayrılıp eve doğru yürümeye devam ettim. Tekrar yolun karşısına geçmek için hamle yapacakken duruyorum. Karşıdaki kaldırımlar çok küçük yapılmış. İki insanın yan yana yürümesine imkan yok. Her seferinde zorlanarak yürüyordum bu kaldırımlardan. Bu sefer karşıya geçmeden yoluma devam etmeye karar verdim. “Yolun bu tarafından yürüme fikri neden daha önce aklıma gelmedi?” Diye düşünürken, yeni bir şey bulmuşçasına sevinerek yoluma devam ediyorum.
Eve varmadan hemen önce bir bakkal var. Hakkında türlü dedikodular, söylentiler dolaşan bir bakkal. Sahibi, saçlarının ortası dökülmeye başlamış, hafif göbekli, şalvarlı, sakallı bir adam. Yine bakkalının önünde duruyor. Dükkanının tam karşısına park ettiği arabasına bakıyor. Sokağın ağzına koymuş arabasını. Birinin zorlandığını görürse gidip çekecek. O bu şekilde etrafı izlerken göz göze geliyoruz. Karşı kaldırımdan şöyle, “hayırlı işler” diye bağırmanın tam vakti. Ama olmuyor. Başımı “merhaba” dercesine hafice öne götürüp yoluma devam ediyorum.
Evin kapısının önüne kadar geldim. Kapımızın hemen yanında küçük bir kedi evi var. Mahallelinin sahip çıktığı bir kedi de içinde. Fakat bu kedi ile bir türlü sevişemedik. Aylardır Elime alıp okşamadım bile. “Olsun” diyorum, zararsızdır. Sıcak sıcak yatsın gariban. Kedinin de önünden geçip nihayet evime giriyorum.
biraz dinlenmenin ardından otobüste yarım bıraktığım kitabımı okumaya karar veriyorum. Bu yüzden akşam güneşinin hiç ulaşmadığı, karanlıkta kalan odama geçip, masama oturuyorum. lambamı yaktıktan sonra çantamdan çıkardığım kitabımı açıyorum. Takvim yaprağının olduğu sayfa… Evet. Kitap ayracı kullanmıyorum. Takvim yaprakları; yıllar sonra o kitabı açıp baktığınızda aklınıza gelebilecek birkaç güzel hatıraya vesile olurlar.
Otobüste yarım bıraktığım hadiseyi başından itibaren tekrar okumaya başlıyorum;
Merhum dedemin bir tavsiyesi vardı. Derdi ki: “Oğlum, bir caminin veya bir mescidin civarından geçerken, Rasulullah Efendimiz’e salavat getirin.”
Bunu daha sonraki yıllarda İstanbul’daki sohbetlerim sırasında gençlere söylemiştim. Bir zaman sonra gençler şöyle dediler:
“Hocam, Allah dedenize rahmet eylesin; sizden de razı olsun. Her gün akşama kadar, İstanbul’da bir yerden diğerine giderken, her semtte, caddede, sokakta, ya bir cami ya da bir mescid görüyoruz. Sizden o tavsiyeyi işittiğimiz günden beri, akşama kadar getirdiğimiz salavat-ı şeriflerin sayısı binleri geçiyor.”
Hadisenin tamamını okuduktan sonra Hacı Veyis Efendi’ye olan saygım kat be kat artıyor. Bu nasıl bir hassasiyet? Yolda yürümeyi boş bir fiil olmaktan çıkarıp Rasûlullah’ı hatırlama vesilesi haline dönüştürebilmek…
Talebelerin Ali Ulvi Kurucu’ya dediği gibi; “İstanbul’da bir yerden diğerine giderken, her semtte, caddede, sokakta, ya bir cami ya da bir mescid görüyoruz.” İstanbul gibi her köşe başında bir mescid, bir türbe, bir camii olan şehirde Hacı Veyis Efendi’nin tavsiyesine uymak ne büyük kazançtır.
Kitabı arasına elimi koyup kapatıyorum ve düşünüyorum. Otobüsten indiğim duraktan eve gelene dek ne camilere ne türbelere girdim. Görüp girmediklerim de oldu. Ben bunların her birinde Hacı Veyis Efendi’nin tavsiyesine uymuş olsaydım, kim bilir Rasûlullah Efendimiz’e kaç salâvât-ı şerîfe getirmiş olacaktım…
Masamın başından kalkıp pencereye doğru gidiyorum. Perdeyi hafifçe aralayıp kararmakta olan havanın altında Eyüp Sultan’ı izliyorum. Her köşede bir minare, her caddede bir türbe… O halde;
“Salâvâtsız yürünmez bu yollarda”