Emanete Hıyanet
Geçtiğimiz günlerde yakın bir arkadaşım ile beraber “yeşili görmek” üzere yola çıktık. Yanlış anlamayın. Bahsettiğim, sınırları belediyeler tarafından duvarlarla belirlenmiş “yeşil alanlar” değil. Böyle bir yerde yeşilin size sunacakları da sınırlı oluyor. Bu yüzden biz “özgür yeşil”e doğru yola çıktık. Ve yol bizi İsrail Deresine götürdü. Veya bilinen adıyla İsrafil Deresi.
Burası, Denizli’nin Merkezefendi İlçesi sınırlarında yer alan Kadılar Köyü’nde bulunan bir dere. Denizli’nin merkezine 9-10 km. uzaklıkta. Yani ulaşılması zor olmayan bir güzellik. Tabi Güzel olana bu kadar kolay ulaşınca, tahrifat ve ardından tahribat da kaçınılmaz oluyor. Yeri gelmişken hatırlatalım; Tahrifat, sinsidir. Kendini fark ettirmeden, olanı doğal halinden uzaklaştırır ve onu değiştirir. Tahribat ise açık ve görünürdür. Doğal olanı yakıp-yıkarak ortadan kaldırır. Tam burada bir soru soralım; orman yangınları sonucu yanan ağaçların yerine çok kısa sürede dev otellerin yapılması bu işin tam olarak neresinde? Bu bir tahrifat mıdır yoksa tahribat mı? (Her ikisi de deme hakkımız elbette var.)
Şehirden uzaklaşıp hedefimize yaklaştığımızı, alçalan binalardan ve artan yeşil tonlarından anlıyoruz. Ardından çok geçmeden taş döşenmiş yol kendini toprak yola bırakıyor. Biz de arabamızı burada uygun bir yere çekip, yolumuza yürüyerek devam ediyoruz
Yürümeye başladıktan kısa bir süre sonra yol daralmaya başlıyor. Sağımızda ve solumuzda bulunan ağaçların hareketleri hızlanıyor. İnce ince esen rüzgarın etkisiyle, “hoş geldiniz” dercesine yapraklarını hışırdatıyorlar. Bu güzel karşılama töreninin ardından biz de İsrail Deresi’ne vardığımızı anlıyoruz.
Bu derenin asıl ismi İsrail Deresi. Fakat köy halkı, böylesine bir güzelliğe böyle kötü bir ismi yakıştırmadığı için dereninismine bir harf daha ekleyip, buraya İsrafil Deresi diyormuş. Tek bir harf. Bir tarafta şeytan diğer tarafta melek…
Dereye geldiğimizde karşılaştığımız manzara bizi oldukça etkiliyor. Derenin üzerine doğru eğilen ağaçlar -dereyi korumak istiyorlarmış gibi- akan dere boyunca doğal, yeşil bir koridor oluşturmuş.
Bulunduğumuz bölgede derenin eğimi oldukça az olduğu için burada doğal bir havuz oluşmuş. Suya iyice yaklaşıp elimi suya daldırıyorum. avuçlarıma aldığım suyu hızla yüzüme çarpıyorum: Soğuk ve temiz. ..
Vâkıa Sûresinin altmış sekizinci ayetinde “Hiç içtiğiniz suyu düşündünüz mü?” diye soruluyor. Sanırım düşünmek için doğru yerdeyim.
Çevreyi biraz daha dolaşınca, bu güzel tefekkür manzarasının ahengini bozan görüntülerle karşılaşıyoruz: Derenin hemen yanında,etrafa bırakılmış içki şişeleri, cam kırıkları, naylon torbalar, buruşturulup fırlatılmış sigara paketleri ve daha birçok can sıkıcı şey… İbrahim Tenekeci, “eskiden insanlar suyun ayağına giderdi, şimdi ise su insanların ayağına geliyor.” Diyerek, suyun ayağına gitmenin suya azizlik payesi verdiğinden bahsediyor. Peki bu manzara karşısında, günümüz insanının suyun ayağına gitmesinin suya değer kattığını söyleyebilir miyiz?
Bütün bunları anlatmamın sebebi, mütedeyyin camiaya mensup insanların “doğayı koruma”, “çevremizi temizleme”, “hayvanları koruma” gibi kavramlara oldukça uzak olması ve bu konuda üzerine düşen vazifeyi yapmamasıdır. “bunu da nerden çıkardın?” diye soruyorsanız, çevrenizdeki çevreci ve hayvan sever sivil toplum kuruluşlarına bakmanız yeterli olacaktır. Bunların kaçı “bizden” dediğimiz insanlar tarafından kurulmuş? Halbuki Müslümanca düşünen bir insanın, kendisine emanet olarak verilen bu çevreyi koruyup gözetmesi öncelikli işlerinden olmalıdır.
Nurettin Topçu, “Tabiatla konuşmasını bilmeyen insanın ruhu dilsizdir.” diyor. Belki de bugün insanların ruhlarına dokunamamamızın bir sebebi de budur.
Bütün bu sorunları çözüme kavuşturmamız için, “Temizlik imandandır”a iman etmiş insanların, bu temizliğin yalnızca beden ile ilgili olmadığının farkına varmaları gerekiyor.
Muhammet Emin KORKMAZ
H/28 Şevval 1440 M/1 Temmuz 2019