İsrail terör rejiminin hukuksuzlukları
Bismillahirrahmanirrahim
Kudüs,insanlığın başlangıcından bugüne bağrında dünya ve dinler tarihi açısından nice önemli vakıaya tanıklık etmiş,köklü geçmişe sahip,semavi dinlere beşiklik etmiş, kutsal,esrarengiz ve önemli bir yerdir.
Dünyada özellikle dinler tarihi bakımından var olmuş/olan ne kadar mühim olay varsa bir yönüyle Kudüs’e dayanması,bu dinlere mensup kişiler tarafından Kudüs’ün kutsal görülmesine ve Kudüs’e sahiplik duygusunun oluşmasına sebep olmuştur.
Kudüs’ün derin tarihsel geçmişinden ziyade konu başlığımızla da alakalı olan kısmına yani Kudüs’ün bilhassa son 100 yılına baktığımızda, tarihte gerçekleşen bir takım olayların bir nebze tekrarlandığı ve tarihten gelen intikamın alınmaya çalışıldığı görülecektir.Gerek M.Ö Babil kralı Nebukadnezar tarafından Süleyman Mabedinin tahrip edilip Yahudilerin sürgüne gönderilmeleri,10 yıl sonra şartlı olarak Kudüs’e girmelerine izin verilip şartlara uymayınca 2.Babil sürgününe gönderilmeleri ve Mabedin tamamen yıkılması olsun gerek Titus’un MS yine mabedi yıkması Yahudilerde bu düşüncenin oluşmasında büyük rol oynamıştır.
Son 100 yılda gelişen sürece baktığımızda 1917’de İngilizlerin şehri Osmanlılar’dan teslim almasıyla başlayan süreç Yahudiler için çok büyük bir fırsata çevrilmiştir.İngilizlerin şehre hakim olmasıyla birlikte Yahudi göçleri hızlanmış ve Kudüs Yahudileştirilmeye başlanmıştır.
1917'deki İngiliz İşgali, aynı yıl (Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulmasına İngiliz hükümetinin destek vereceğini ilan eden) Balfour Deklarasyonu'nun yapılması ve Filistinliler aleyhine bir Yahudi vatanı kurma planlarının eyleme dökülmesini mümkün kıldı. Kudüs ,hukuksuz şekilde adım adım işgale uğramaya devam ederken 1947 yılında İngiliz manda yönetimi sona erdi.
1947 yılında BM, 181 sayılı Genel Kurul kararı ile Filistin topraklarının İsrail ve Filistin olarak bölünmesine ve iki ayrı devlet kurulmasına karar verdi. Kudüs için ise hiçbir tarafa ait olmayan uluslararası özel bir rejim(corpus seperatum) öngörüldü.[1] BM Bölünme Planı, Yahudi Konseyi tarafından kabul edilirken Arap devletler tarafından tepki ile karşılandı ve Filistin halkının Self-Determinasyon (Halkların Kendi Geleceğini Tayin Hakkı) hakkını hiçe saydığı için kabul edilmedi. Bu planın Arap liderler tarafından reddedilişinin üzerinden çok geçmeden, Irgun ve Hagana gibi terörist örgütler vasıtasıyla estirilen tedhiş sonucunda pek çok Kudüslü şehirlerini terketmek zorunda kalmışlardı. Bu tedhiş eylemlerinin en bilineni, Nisan 1948’deki Deyr Yasin köyünde 250 sivilin katledilmesiydi. 1948 sonunda Kudüs’te Müslümanların nüfusu 70 binlerden 3 bin 500’lere kadar düşmüştü.
Mesele tartışılırken İngiltere bölgeden kuvvetlerini çekeceğini duyurdu. İngiltere kuvvetlerini çekmeden bir gün önce David Ben Gurion başkanlığında Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Konseyi 14 Mayıs 1948’de İsrail devletinin kurulduğunu ilan etti. İsrail böylece bağımsızlığını ilan etmişti.
İsrail’in 1948’de bağımsızlığını ilanıyla Arap-İsrail savaşı başlamıştı. Birleşmiş Milletler planında yüzde 55’i Yahudilere, yüzde 45’i ise Filistinlilere ayrılmış olan Filistin topraklarının, yüzde 78’i bu savaşın sonunda Yahudilerin eline geçmiş ve Filistinlilere sadece yüzde 22’si bırakılmıştı. BM planına göre Kudüs hiçbir tarafa ait olmayacak ve uluslararası bir statüye kavuşturulacaktı. Ancak İsrail bunu kabul etmeyerek savaş sırasında Batı Kudüs’ü işgal etti, bunun üzerine Ürdün devleti bugünkü tarihi yerler ile Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Doğu Kudüs’ü ele geçirdi. 1949 yılında Arap devletleri ile İsrail arasında akdedilen ateşkes antlaşmaları sonucunda de facto(fiili) olarak Batı Kudüs İsrail’de, Doğu Kudüs de Ürdün’de kalmıştı. Ateşkes Hattı’na (Green Line)göre Kudüs ortadan ikiye bölünmekte, Mescid-i Aksa’nın daiçinde bulunduğu Harem-i Şerif ve diğer bazı tarihi yerler (Old City) Doğu Kudüs tarafında kalmaktaydı.
1948 Arap-İsrail Savaşı'nın sonuna doğru BM milletler yeni bir karar daha aldı. BM, 194 sayılı Genel Kurul kararı,Filistinlilerin göç etmek zorunda kaldıkları topraklara dönüşü ve Kudüs'ün uluslararası bir yönetime kavuşmasını içeriyordu.[2]Ancak bu kararın da herhangi bir geçerliliği olmadı.İşgalin ardından Batı Kudüs ,1950’de İsrail’in başkenti olarak ilan edildi.
1967 yılına gelindiğinde, İsrail ile Arap Devletleri arasında cereyan eden meşhur 6 Gün Savaşı neticesinde Doğu Kudüs de(Doğu Kudüs'ün yanı sıra Gazze Şeridi, Batı Şeria, Sina Yarımadası ve Golan Tepeleri) İsrail tarafından işgal edildi.
1967 savaşında (Altı Gün Savaşı), Filistin topraklarının geri kalan yüzde 22’sini de işgal eden İsrail, Doğu Kudüs’ü tamamıyla kontrolü altına aldı, kendi kurduğu Kudüs belediyesinin sınırlarına dahil etti ve böylece şehrin tamamında hükümranlığını ilan etmiş oldu. Ancak İsrail’in Kudüs’le ilgili uygulamaları bununla sınırlı kalmadı: 1948’den sonra ülkede kalan Filistinlilere vatandaşlık veren İsrail, Doğu Kudüslülere sadece oturma izni verdi. Vatandaşlık hakkı vermeyerek, Kudüs’ten eğitim ya da iş nedeniyle ayrılan Filistinlilerin de oturma haklarını iptal etti. Dahası, işgal ettiği Doğu Kudüs’te nüfus dengesini Müslümanlar ve Hıristiyanlar aleyhine bozmak maksadıyla, 200 bin kişiyi barındıran on iki yeni Yahudi yerleşim birimine izin verdi. İnşa ettirdiği Yahudi yerleşimleriyle Kudüs’ü çepeçevre muhasara altına alarak ve utanç duvarları inşa ederek diğer Filistin şehirleriyle ilişkisini kesti. 6 gün savaşları neticesinde BM Genel Kurulu aldığı 2253 numaralı kararla, İsrail'in Kudüs'ün statüsünü değiştirmeye yönelik faaliyetlerinden derin endişe duyduğunu belirtti, bu tedbirlerin geçersiz olduğunu ve İsrail'in bu tedbirlerden vazgeçmesi gerektiğini kaydetti.Lakin her zaman olduğu ve olacağı gibi somut hiçbir adım atılamadı.
Hâlen sadece Kudüs’teki Harem bölgesindeki yapıların tamiri ve bakımı Ürdün’ün kontrolündedir. 1967 sonrası İsrail Doğu Kudüs’ü işgal edince bazı devletler en azından 1967 öncesi ateşkes hattını kabullenen bir tavır sergilediler. 1967’den önceki sınırları açık bir şekilde İsrail’in sınırları olarak kabul eden, Batı Kudüs’ü İsrail’in başkenti sayan devletler de oldu. Öte yandan İslam İşbirliği Teşkilatı üyelerinin 13 Aralık 2017 tarihinde Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti olarak tanıma çağrısı da Batı Kudüs’ün zımni olarak İsrail’e ait olduğunun kabul edildiği izlenimi vermektedir ve belirsiz bir durum oluşturmaktadır. Ayrıca Tel-Aviv’in İsrail’in başkenti olduğunu kabul ettiklerine dair bir beyanda da bulunmamışlardır.
BM kararları Doğu Kudüs’ün işgal altında olduğu konusunda açık ve seçik olduğu halde, Batı Kudüs konusunda belirgin bir durum söz konusu değildir.
İsrail işgal yoluyla ele geçirdiği Kudüs'ü bu tarihten sonra kendi ülke topraklarının bir parçası olarak uluslararası topluma kabul ettirme stratejisi izlese dahi askerî güç kullanımı yoluyla toprak ele geçirilmesi 1945 tarihli BM Kurucu Antlaşması çerçevesinde (2/4. madde) yasaklanmıştır. Kudüs, İsrail'in tasarruf alanına girmediği gibi İşgalci bir rejimin tasallutu altındadır.[3]
İsrail parlamentosu Knesset bir kanun ile Kudüs’ün tamamını İsrail’in “bölünmez ezeli başkenti” ilan eden Kudüs yasasını 1980’de onayladı. BM bunun uluslararası hukuka aykırı olduğuna dair kararlar aldı ve devletleri büyükelçiliklerini Kudüs dışına taşımaya çağırdı. Bundan sonra devletler büyükelçiliklerini Tel-Aviv’e taşımaya başladılar ve 2006’da El-Salvador ve Kosta-Rika’nın taşınmasıyla hiçbir ülkenin Kudüs’te büyükelçiliği kalmadı.
İsrail, 1980 yılında Kudüs'ün tamamını başkenti ilan etti ancak bugüne kadar bu kararı tanıyan devlet olmadı. Bu anlamda, Trump'ın kararı da bir ilk olma özelliği taşıyor. Yeri gelmişken bir konuya da değinelim.ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması aslında yeni bir durum değildir. ABD kongresi 1995 yılında, ABD’nin İsrail Büyükelçiliği’nin Tel-Aviv’den Kudüs’e taşınmasını öngören “Kudüs Büyükelçilik Yasası”nı çıkardı (JerusalemEmbassyAct of 1995). Kudüs Büyükelçilik Yasası, her egemen devletin kendi başkentini belirleme hakkının olduğunu; Kudüs’ün 1950’den beri İsrail’in başkenti olarak kullanıldığını; Kudüs’ün 1967’den beri tek ve bölünmemiş bir şekilde İsrail tarafından yönetildiğini; bu nedenle ABD’nin de bu hakka dayanarak Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul etmesi ve büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması gerektiğini içermekteydi. Aynı yasada Kudüs’teki büyükelçiliğin 31 Mayıs 1999’a kadar kurulması gerektiği yer alsa da taşınma hususu o tarihten beri başkanlar tarafından mütemadiyen ertelenmekteydi.
Ancak bizatihi yasanın kendisi Uluslararası Hukuka aykırılık teşkil etmektedir. Zira Devletin Uluslararası Hukuka Aykırı Eylemlerden Dolayı Sorumluluğu’na uluslararası teamül hukuku (2) kurallarına göre devlet; yasama yoluyla uluslararası hukuku ihlal eden kanunlar çıkardığında veya devleti temsil kabiliyetine sahip kimseler uluslararası hukuku ihlal ettiğinde, uluslararası sorumluluğu gündeme gelmektedir. ABD Kongresi tarafından kabul edilen 1995 tarihli yasada ABD Başkanı’nın bu yasaya dayanarak ilan ettiği Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğu açıklaması da açıkça BM kararlarınca tespit edilmiş uluslararası hukuk kurallarına aykırıdır. BM kararlarına göre işgal altında olduğu sabit olan Doğu Kudüs’ün mevcut fiili durumunun tanınmaması, Kudüs’ün nihai statüsü belirlenmeden tüm Kudüs’te Büyükelçilik bulundurulmaması her devlet için uluslararası bir yükümlülük arz etmektedir.
İsrail’in Kudüs ve burada yaşayan Müslümanlar ve Hıristiyanlar aleyhine yaptığı sistematik faaliyetler, İslam dünyasının içinde bulunduğu durum ve ABD başkanı Trump’ın cesaret verici açıklamalarının da tesiriyle, gittikçe içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Bütün BM kararlarına rağmen İsrail, şehirde yapılmasına izin verdiği yahudi yerleşimleri vasıtasıyla Müslümanları ve Hıristiyanları tecrit ederken, demografik yapıyı Müslümanlar aleyhine değiştirmek ve şehri Müslümanlardan 'arındırmak' için elinden geleni yapıyor. Kudüslüler’e sadece ikamet izni verdiğinden, kısa bir müddet için dahi olsa şehir dışına çıkanların Kudüs’teki oturma izinleri iptal ediliyor, dışarıdan gelen Filistinlilerin de şehre girmesine izin verilmiyor. Ağır vergiler yüklenen Müslümanların evlerini tamir etmelerine ve yeni evler inşa etmelerine izin verilmediğinden, Filistinliler çok zor şartlarda küçük evlerde, kalabalık bir halde yaşamak zorunda kalıyor. Kudüs’te iş imkanı bulamayan gençler tahsil görmek ve çalışmak için şehir dışına çıktıklarında, bir daha şehre girmelerine izin verilmeyebiliyor. Kudüslü Müslüman ve Hıristiyan gençler ve çocuklar ne yeterli eğitim alabiliyor ne de boş vakitlerini değerlendirebilecekleri oyun ve spor alanlarına sahipler. Tarihi mekanların restorasyonu ise maddi imkân olsa dahi çok karmaşık düzenlemelere tabi. İsrail Mescid-i Aksa Hareminin altında ‘arkeolojik ve bilimsel kazılar’ adı altında onlarca galeri ve tünel açmış durumda. Bu tüneller uzun vadede Haremdeki yapıların çökmesiyle sonuçlanabilir ki bu da İsrail’e Süleyman mabedini yeniden inşa etmek için bir fırsat verebilir.
Öte yandan BM’nin 1947’den bu yana Filistin işgali ile alakalı almış olduğu onlarca karar olmasına rağmen neredeyse hiç birinin geçerliliğinin ve icrailiğinin olmaması akla Prof. Dr.Necmeddin Erbakan’ın şu sözünü getiriyor :
“Birleşmiş Milletler projesi aslında dünya siyonizminin bir aksiyonudur. Bunu yüz sene evvel İsrail’i kurabilmek için icat ettiler.”
İsrail’in Filistinlilere uyguladığı hukuksuzlukların daha fazlasına şuradan ulaşabilirsiniz :
http://insamer.com/tr/israilin-dogu-kudus-uzerinde-hukuksuz-politikalari_626.html
KAYNAK
https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/kudusun-statusu-ve-uluslararasi-hukukun-sefaleti/868209
https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-42440136
http://ilke.org.tr/yazilar/bm-kararlari-isiginda-kudusun-statusu-uluslararasi-hukuk
https://www.milligazete.com.tr/yazdir/1070544
https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/pdf01/3-30.pdf
[1] 181 sayılı karar (29 Kasım 1947)
[2] Karar kapsamında, "Evlerine geri dönmeyi ve komşularıyla huzur içinde yaşamayı arzulayan mültecilerin mümkün olan en yakın zamanda bu arzularını gerçekleştirmelerine izin verilmeli ve geri dönmemeye karar verenlerin arazileri için tazminat ödenmeli" deniyordu
[3] (2/4. madde) “Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığa karşı, gerek Birleşmiş Milletlerin Amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.”