Ama Şiddetle Kınamamışlar, Şiddetle Kınasaydılar Duramazdın!
Genel olarak insanlık için, özelde Müslümanlar için tehdit unsuru olan, yakıcılığı, yıkıcılığı söz konusu olan her sorun için yapılan en iyi eylem kınamadır! Kınamak sözcüğünün Türk Dil Kurumu sözlüğünde karşılığı ayıplama yahut takbih etme olarak yer almıştır. Kınama eyleminde bulunanlar ekseriyetle siyasiler olur. Sorunun sorumlusu ve sorunu çözecek olanların kimler olduğu sorgulanmaksızın birçok olayda siyasiler kınamaya başvururlar. Bugüne değin söz konusu kınamaların bir yaptırımı olduğu, bir işe yaradığı görülmemiştir. Ancak yandaşların, taraftarların gönlü ferahlatılmış olur böylece. Kınanır ve mesele kapanır.
Esasen kınamak dua etmek gibidir. Dua yalvarma ya da yakarış anlamına geldiği gibi nasılı bilinmediğinden, yani icra ediliş şartları yerine getirilmediğinden tıpkı kınamak gibi havada kalır. Umumiyetle Kudüslü kardeşlerimiz için, mazlum ve mağdur coğrafyamız için dua ederiz. Ettiğimiz dua yardım götürme söz konusu olduğunda izin alınan / izin alınması gereken (!) otoritelerce desteklenir. Halbuki kimsenin öyle bir duaya ihtiyacı yoktur. Zira bizler öğretildiği şekliyle fiilen dua etmeyi bilmez, salt dilsel olarak, geçiştirme ve ruhsal avunma amacına yönelik dua ederiz. Kaza yapmış, kanaması olan ve yardım bekleyen birine “Allah yardım etsin” deyip yanından geçip gitmek gibi… Evet, Allah hiç şüphesiz bizden yardımlaşmamızı ister. Bizler de onun bağışladığı yaşamın getirdiği pişkinlikle aynı şekilde bu yardımlaşma işini, tüm işteşlikleri, sorumluluk ve inayeti O’na yükleriz. Yaralının yarası sarılmaksızın, kanamanın yahut rahatsızlığın giderilmesi üstüne bir önlem alınmaksızın yapılan tüm dualar bu minvaldedir. Böyle bir dua kime ne yarar veya zarar verir, neyi engeller, ne getirir? İşlevsiz bir dua için, böyle bir duayı öngören, dua eden her bireye, her kuruma otoriteler ve işbirlikçiler teşekkür etmelidir!
israil diye anılan gayrı meşru varlığın katil olduğunu söylemek de katil olmayı, öldürmeyi kanıksamış ve dünya sathında meşrulaştırmayı başarmış bir oluşumu hiç ırgalamaz. Bilakis bununla gurur duyuyor bile olabilir. Mesleği kasaplık olana kasap diye seslenmek onu niye rahatsız etsin ki? Kasap demişken üç yıl önce fertiği çeken şaronu, Beyrut Kasabı olarak anılmak ne zaman rahatsız etmiştir mesela. Belki gurur bile duymuştur kendisiyle.
Tel’in etmek adına yapılanlar ve boşluğa savrulan sloganlar da unutulmamalıdır. Mesela “Kahrolsun israil” sloganı bir temennidir. israil denen şeyin kahrolması için bir şey yapmamak, sadece böyle bir sloganla yetinmek de bir yarar sağlamaz. israil ismi verilen kanlı terör örgütünü kahredecek unsurlar nelerdir tespit edilip o kahrın gerçekleşmesine yönelik eylemde bulunmak gereklidir. Çünkü bu lanetli oluşum işlediği hiçbir tahallutu, insanlığa dönük tasallutu söylemle gerçekleştirmemiş, kimseyi tel’in etmemiştir. Kahra yönelik bir temenniyi dile getirmemiş, doğrudan eyleme geçmiş; can yakmış, kan dökmüştür. Kardeşlerimizin kanının dökülmesinin karşılığı üç beş söylem, birkaç slogan olmamalıdır. İsrail, insanlara eziyet veren bir şeyin yoldan kaldırılmasını öngören hadis bağlamında muamele görmelidir. Elbette ‘bir milletin asıl gücü; topu, tüfeği yahut tankı değil imarlı arsaları, inşaatlarıdır’ şeklinde bir kafa yaşayan ve yaşadıkları zilleti meşrulaştırmayı başaran zevat, bu durumu hiçbir zaman anlamayacaktır.
Kahrolması temenni edilen israili kahredebilmek o kadar da zor olmasa gerektir. Ancak 1967 yılında Harb’el eyyam’es Sitte yahut daha doğru ifade etmek gerekirse İbranice adıyla Milhemet Sheshet Ha Yamim’in gerçekleşmesinin ve sonuçlarının gösterdiği şekilde ana mümessib hiç şüphesiz işbirlikçi yönetimlerdir. israilin Suriye, Mısır ve Ürdün’e saldırmasıyla 5 Haziran 1967’de başlayan ve israilin Arap ordularını bozguna uğratıp, Suriye’den Golan Tepeleri’ni, Ürdün den Kudüs’ü ve Mısır’dan da Sina Çölü’nü aldığı 6 günlük savaş; o israil denen şeyin işgal ettiği toprakları üç katına çıkarmasını sağlayarak bu bölgedeki yönetimlerin, iktidara sahip olanların işlevini bariz şekilde göstermiştir. Mısır’da Cemal Abdunnasır’ın, Ürdün’de Kral Hüseyin’in, Suriye’de Hafız Esad’ın Müslümanlar için umut oluşu, dünya lideri oluşu ve muhteşem dehaları israilin 1967 sonrası bu topraklarda daha bir meşruiyet kazanmasını sağlamıştır. Böyle bir sonucun bir benzerini Mavi Marmara gemisi dolayısıyla yaşamış bir toplum olarak, kahrolması gerekenin kahrolabilmesi için yerli işbirlikçilerin gelişigüzel kınamalarına, kabul edilemezlerine asla itibar etmemek, güvenmemek gerektiğini bilmek gerekir. Keza bu bilinç iftar bile olsa yani aç da olsanız sofralarına oturmamayı gerekli kılar. Sofranıza konulan yemek, maliye kasasına giren yirmi milyon dolarlık tazminattan karşılanmamışsa israilden ithal edilmiş tohumların mahsulü olmadığına dair bir garantiniz yoktur. Gayri umurunuzda değilse kola içer, slogan atarsınız.